Dünya yeni bir dönüm noktasında. Ve bu defa haritalar değil, nükleer başlıklar konuşuyor.

İsrail’in İran’a yönelik nükleer program merkezlerine düzenlediği saldırılar ve İran’ın buna yüzlerce füze ve kamikaze drone ile yanıt vermesi, sadece Ortadoğu'yu değil, uluslararası güvenlik mimarisini de paramparça etti. Bugün Gazze’de değil, Natanz’da ve Tel Aviv’de patlayan füzeler konuşuluyor. Ve tarih, 2025 yazında artık çok net bir sayfa açıyor: Nükleer caydırıcılık bir tercih değil, jeopolitik zorunluluk haline geldi.

Bölgede göz ardı edilemeyecek iki gerçek var:

  1. İsrail, Ortadoğu’nun fiilî tek nükleer gücü. Herkes biliyor ama kimse konuşmuyor.

  2. İran, nükleer silaha henüz sahip değil ama neredeyse her hamlesi, öyleymiş gibi karşılık buluyor.

Bu ikili denge, Batı tarafından uzun süredir yönetilmeye çalışıldı. Ancak bugün görüyoruz ki, artık kimsenin ipleri tamamen elinde değil. İsrail vuruyor çünkü İran’ın “nükleer sınırı aştığına” inanıyor. İran karşılık veriyor çünkü artık sadece “şüpheli olmakla” bombalanmak istemiyor.

Ve Türkiye bu denklemin tam ortasında duruyor.

Türkiye bir NATO ülkesi. 70 yıldır Batı güvenlik mimarisinin temel taşlarından biri. ABD, İngiltere ve Fransa gibi nükleer güçlerin dahil olduğu bu ittifakta yer almak, Türkiye için tarihsel bir kazanım. Ancak ne zaman ki NATO’nun genişleyen üyelik listesiyle Türkiye’nin stratejik ağırlığı gölgelenmeye başladı, o zaman Ankara’nın “Biz de güç dengelerinde söz sahibi olmalıyız” çıkışı daha çok duyulmaya başladı.

2019’da Erdoğan’ın “Bazılarında nükleer başlıklı füzeler var ama bize ‘sen yapamazsın’ diyorlar. Ben bunu kabul etmiyorum” sözü, tam da bu dışlanmışlık duygusunun ifadesiydi. Ve sadece bir cümleyle, Batı ittifakı içinde bile “nükleer eşitlik” olmadığı gerçeğini gözler önüne serdi.

Bu sözler, yıllar sonra bugün, İsrail-İran çatışmasının sıcaklığı içinde yeniden anlam kazandı.

Çünkü tablo netleşti: Nükleer silaha sahip olan vuruyor. Sahip olmayan, vuruluyor. NATO koruması varsa korunuyorsun. Yoksa, hedef oluyorsun.

İşte bu yüzden Türkiye'nin nükleer caydırıcılık konusunu gündemine alması artık sadece “olası bir güvenlik senaryosu” değil, jeopolitik sigorta olarak masaya yatırılması gereken bir konu haline geliyor.

Türkiye’nin elinde şu anda bir nükleer silah yok. Olup olmadığına dair kesinleşmiş bir program da yok. Ancak üç önemli kart var:

  1. İncirlik’te ABD’ye ait 50’ye yakın B61 nükleer bombası var. Ama bu bombalar bizim değil; bizim topraklarımızda ama ABD’nin kontrolünde.

  2. Tayfun füzesi, 560 kilometre menziliyle Türkiye’nin kendi başına geliştirdiği en uzun menzilli balistik platform. Erdoğan bu menzilin yetersiz olduğunu açıkça söyledi: “Bunu bin kilometreye çıkaracağız.”

  3. Akkuyu Nükleer Güç Santrali, sivil enerji ihtiyacını karşılamaya yönelik olsa da, nükleer teknolojiye sahip olmanın bir basamağı. Üstelik diğer iki santral projesi (Sinop ve Trakya) da sırada bekliyor.

Bunlar Türkiye’yi yarın sabah nükleer silah sahibi yapmaz. Ama şunu sağlar: Gerekirse, kendi yolunu çizebilecek mühendislik kapasitesi, taşıma kabiliyeti ve stratejik irade zemini hazır olur.

Kimileri “Bu yol felaket getirir” diyebilir. Evet, nükleer silah edinmenin ağır diplomatik ve ekonomik bedelleri olur. İran’a uygulanan yaptırımlar, Kuzey Kore’nin izole edilmesi, bu bedellerin neye mal olduğunu gösteriyor. Ancak mesele sadece ‘silah yapmak’ değil. Asıl mesele, o silahın ihtimaliyle güç kazanmak.

Bugün İsrail, o silahı kullanmadan savaşı yönlendiriyor.

İran, o silaha sahip olmadan vuruluyor.

Peki ya Türkiye?

Türkiye bu iki uçta da değil. Ne vuruyor ne vuruluyor. Ama şunu net söyleyebiliriz: Böyle devam ederse, önümüzdeki on yıl içinde bu denklemde pasif kalmak, stratejik kayba dönüşebilir.

Batı ittifakı bugün Türkiye’yi, hâlâ kritik ama “yeni merkez değil” diye görüyor. NATO'nun doğu kanadında bir tampon, Mavi Vatan'da bir sınır bekçisi, Ortadoğu’da bir arabulucu.

Ama bu çerçeve Türkiye’nin bugünkü bölgesel etkisi, askeri kabiliyeti, savunma sanayi gücü ve stratejik derinliği ile örtüşmüyor.

İşte nükleer mesele, tam da burada bir kaldıraç haline geliyor. Sadece güvenlik için değil, küresel eşitlik ve stratejik onur için de.

Türkiye nükleer silah üretmeli mi?

Bugün için hayır. Çünkü hâlâ NATO’nun sağladığı caydırıcılık koruması geçerli. Çünkü nükleer silah edinmek, sadece bir askeri proje değil, ekonomik bir intihar da olabilir.

Ama Türkiye bu yeteneği geliştirmeli mi?

Evet. Çünkü dünya düzeni, artık adaletle değil, ihtimallerle şekilleniyor. Ve ihtimali olmayan, güç denklemine dahil bile edilmiyor.

Türkiye'nin nükleer silahı olmayabilir.

Ama bu soruyu yüksek sesle soracak cesareti artık var:
“Dünya beşten büyüktür diyorsak, nükleer beşliden de büyüktür.”