Bazen bir istatistik, bir manşetten daha fazlasını anlatır. İşsizlikte yüzde 1’lik bir artışın, suç oranını yüzde 4’e kadar yükselttiği bir dünyada yaşıyoruz. Bu yalnızca bir veri değil, çürüyen bir sosyal kontratın, terk edilmiş mahallelerin, unutulmuş gençliğin yankısıdır. Ekonomi ile suç arasındaki bağ, akademik kitapların tozlu raflarında kalmıyor artık; bizatihi yaşadığımız sokaklarda karşımıza çıkıyor. Türkiye’de semt pazarlarında yankesiciliğin arttığı bir dönemde, zincir marketlerde kapı alarmının her gün çalması tesadüf olabilir mi?
İşsiz kalan bir insan, yalnızca maaşını değil; çoğu zaman özsaygısını ve umudunu da kaybediyor. Hele ki o insan, hayatı boyunca sistemin vaat ettiklerini hiç tatmamışsa… Genç işsizliğinin yüzde 20’leri aştığı bir ülkede, umut kelimesi giderek daha çok “hayal”e benziyor. Geleceksizlikle kuşatılmış bir gencin sokakta çetelere katılması, yalnızca polisiye bir vaka değil; sosyoekonomik bir iflasın göstergesidir. Şanlıurfa'dan Adana’ya, İstanbul’un varoşlarına kadar birçok yerde çetelerin çocuk yaştaki gençleri kendi yapılarında kullanması, sadece devletin zayıflığını değil; sistemin kapsayıcılıktan ne kadar uzaklaştığını da gözler önüne seriyor.
Gelir eşitsizliği ise Türkiye’nin en büyük yapısal sorunlarından biri haline geldi. En zengin yüzde 10’luk kesimin, toplam gelirin neredeyse yarısına sahip olduğu bir ülkede, suçun sadece bireysel bir sapma olduğunu söylemek kolaycılık olur. İstanbul’da bir yanda lüks sitelerde akşam barbekü partileri düzenlenirken, birkaç kilometre ötedeki mahallede gençler simit parası bulamıyorsa, burada suç sadece kanunda değil; sistemin ruhunda yazılı hale gelir. Bugün Türkiye’de artan AVM hırsızlıkları, zincir market raflarından peynir-yağ çalınması, yalnızca “geçim suçları” değil; aynı zamanda sosyal adaletsizliğin sessiz bir isyanıdır.
Yoksulluk, artık istatistikten ibaret değil; mutfaklardan yükselen dumanın kesilmesidir. Birleşmiş Milletler’in küresel raporlarında yoksulluğun suçla bağlantısı tartışılırken, biz bunu her gün kendi mahallemizde yaşıyoruz. Van’da, Diyarbakır’da, Esenyurt’ta; çocukların eğitimden uzaklaştığı, ailelerin bir öğünü atlamaya başladığı mahallelerde suç, kendine yeni alanlar buluyor. Özellikle büyük şehirlerin çeperlerinde, kayıt dışı işlerde çalışan gençlerin hem suça karışma oranı yüksek hem de suça karşı duyarlılığı düşük. Çünkü sistem zaten onları korumuyor, cezalandırsa ne olur?
Enflasyon ise artık yalnızca ekonomistlerin konuştuğu bir grafik değil; bir bakkal defterinin satırlarında, bir annenin pazar çantasındaki eksiklerde, bir işçinin asgari ücretle aldığı ekmeğin gramajında okunuyor. TÜİK’in resmi rakamları ile market raflarındaki gerçekler arasındaki uçurum, insanları sadece alım gücünden değil; adalet duygusundan da uzaklaştırıyor. Hatırlayalım: 2022 yılında Türkiye’de enflasyon yüzde 85’in üzerine çıkarken, aynı yıl içinde gıda hırsızlıklarının arttığı haberleri peş peşe geldi. Zincir marketlerin kamera sistemlerini güçlendirdiği, çalışanların kasa önlerinde “kırmızı alarm”a geçtiği bir dönemdi. Çalınan şeyler lüks elektronik eşyalar değil; yağ, süt, bebek mamasıydı. Yani suç, artık bir “geçim aracı” olarak şekil değiştiriyordu.
Organize suç yapıları da bu ekonomik zemin üzerinde büyüyor. İstanbul’da çete operasyonlarının sıklaştığı, Güneydoğu’da kaçakçılığın arttığı her dönem aynı zamanda ekonomik daralmanın yoğunlaştığı zamanlara denk geliyor. Türkiye’nin güney sınırlarında uyuşturucu trafiğiyle mücadele eden güvenlik güçlerinin aynı zamanda genç işsizlikle mücadele ediyor oluşu tesadüf değil. Çünkü işsizliğin olduğu yerde otorite boşluğu doğar; oraya ya devlet ulaşır ya da örgütler.
Gelişmiş ülkelerde ekonomik krizlerle suç arasındaki ilişki bazen bastırılabilirken, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde bu bağ çok daha belirgin yaşanıyor. 2001 krizinde esnafın kepenk kapattığı günlerde İstanbul’da kapkaç ve oto hırsızlığı olayları patlama yapmıştı. 2008 küresel krizinde, Türkiye nispeten dirençli kalmış olsa da özellikle Marmara Bölgesi'nde işten çıkarmaların yoğun olduğu ilçelerde küçük ölçekli suçlar artmıştı. Pandemi dönemindeyse sokak suçları kısa süreliğine düşmüş; ancak aile içi şiddet ve siber dolandırıcılık gibi suçlar tavan yapmıştı. Ekonominin nereye evrildiğine göre suçun da biçimi değişiyor. Ama değişmeyen tek şey, ekonomik çaresizliğin suç için elverişli bir iklim yaratması.
Bugün ülke olarak yeniden bir eşikteyiz. Enflasyon yüksek, genç işsizlik alarm veriyor, sosyal yardımların etkisi sınırlı ve hane halkı borçluluğu zirvede. Bu tablo, yalnızca bir ekonomik istikrarsızlık değil; aynı zamanda sosyal risklerin de habercisi. Ve evet, her kriz suç doğurmaz ama her ihmal, suçun yolunu açar.
Suçla mücadelede yalnızca polisiye tedbirlerle yol almak artık mümkün değil. Emniyet güçleri ne kadar çabalarsa çabalasın, bu sorunu tek başlarına çözemezler. Asıl mesele, suçun beslendiği ekonomik zemini kurutmaktır. Bu da ancak gerçek anlamda istihdam yaratmakla, gençlere umut vermekle, gelir adaletini sağlamakla mümkün olur. Aksi takdirde, suç birer bireysel sapma değil; yapısal bir sonuç olarak karşımıza çıkmaya devam edecek.
Ekonomik refah, yalnızca büyüme oranlarıyla değil; o büyümenin adil dağılımıyla ölçülür. Ve unutulmamalıdır ki suç, sadece bir güvenlik meselesi değil; aynı zamanda adaletin eksikliğinden doğan bir çığlıktır. O çığlık duyulmadığında, sadece sokaklar değil; vicdanlar da karanlığa gömülür.