Bugün 10 Kasım…
Bir milletin kalbi yine aynı saatte duruyor, siren sesleriyle birlikte milyonlarca göz aynı anda doluyor. Çünkü bugün, Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ebediyete intikalinin üzerinden tam 87 yıl geçti.
Ama aslında, o hiçbir zaman gitmedi.
Yalnızca bir takvimin sayfasında değil, bu ülkenin vicdanında, düşüncesinde ve her nefes alışında yaşıyor.
Atatürk’ü yalnızca bir asker, bir devlet adamı ya da bir devrimci olarak anmak eksik kalır.
O, bir halkın içinden çıkmış, halkıyla bütünleşmiş, egosunu değil, yüreğini büyütmüş bir insandı.
Onu tanımlayan şey zekâsı değil yalnızca, insan kalabilme kudretiydi.
Ve bunu, en sade haliyle, Sığırtmaç Mustafa ile yaşadığı o unutulmaz hikâyede görmek mümkündür.
Yıl 1933’tü. Cumhuriyet henüz gençti.
Atatürk, Afyon civarındaki bir köyde mola verirken karşısına bir çocuk çıkar.
Üstü başı toz içinde, ayağında yıpranmış çarıklar, elinde değnek…
Bir sığırtmaçtır o, köyün ineklerini güder.
Küçük Mustafa, utanarak önünü ilikler, “Hoş geldiniz Paşam” der.
Atatürk, göz hizasına eğilir, gülümseyerek sorar:
“Adın ne bakalım?”
“Mustafa Paşam.”
Atatürk tebessüm eder:
“Bak sen de Mustafa’sın, ben de Mustafa’yım. Demek ki isimdaşız.”
O an çocuğun gözlerinde bir ışıltı belirir.
Sonra Atatürk, yanında taşıdığı altın saatini çıkarır ve o çocuğa uzatır.
“Bunu sakla,” der, “büyüyünce bu ülke için çalış, unutma; biz bu toprağın evlatlarıyız.”
O küçük çoban, yıllar sonra asker olur, o günü ömrü boyunca anlatır.
İşte bu hikâye, bir liderin nasıl bir gönül bağı kurduğunun, nasıl bir karakter taşıdığının en sade örneğidir.
Atatürk’ün büyüklüğü, yalnızca askeri dehasında değil, insanı insan olarak görebilmesindeydi.
Bir çobanda kendi çocukluğunu, bir köylüde kendi köklerini, bir çocukta ülkenin geleceğini görürdü.
Bir milletin kurtarıcısı olmasına rağmen, halkının gözünde her zaman “bizden biri”ydi.
O, sofrada köylüsüyle aynı tabaktan yer, sokakta çocuklarla top oynar, askerleriyle aynı çamura basardı.
Sade bir gömlek giydiğinde bile asaletinden hiçbir şey kaybetmezdi; çünkü asalet, kumaştan değil, ruhtan doğuyordu.
Atatürk’ün büyüklüğü buydu:
Bir ulusu yeniden ayağa kaldırırken, o ulusun her ferdine kendini değerli hissettirmek.
Bir milletin kaderini değiştirirken, onun kalbini incitmemek.
Bugün, 87 yıl sonra bile, çocuklar okullarda onun adını haykırıyor, kadınlar onun verdiği haklarla gururla yürüyor, gençler onun idealleriyle hayal kuruyor.
Her 10 Kasım sabahı saat 09.05’te duran zaman, aslında bir sessizlik değil, saygının en gür sesidir.
Çünkü Atatürk, bir tarih sayfası değil, bir karakterdir.
Bir ulusun benliğinde yankılanan cesaretin, aklın ve tevazunun birleşimidir.
O, “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” derken aslında kendini değil, halkını ölümsüzleştirmiştir.
Bugün, 87 yıl sonra bile her kalpte aynı söz yankılanıyor:
“Senin adın sadece bir tarih kitabında değil, yüreğimizin en derin yerinde yazılı.”
Rahat uyu Paşam…
Senin emanetin emin ellerde.
Çünkü sen bize yalnızca bir ülke değil, bir duruş bıraktın:
Alçakgönüllü ama onurlu, sade ama güçlü, Mustafa Kemal gibi…