Ekonomi yalnızca enflasyon, faiz ya da bütçe açığı demek değildir. Bazen öyle istatistikler vardır ki, ne Merkez Bankası raporlarına sığar ne de TÜİK tablolarına. Çünkü bu veriler doğrudan kalpten gelir… ya da mideye iner, hangisi önce acıkırsa artık. Türkiye’nin tüketim alışkanlıklarına şöyle bir baktığınızda ortaya bol demli, iki parmak üstü çaylı, ekmekli, wifi şifreli rengârenk bir tablo çıkıyor.
Mesela çay. “Bana çay gibi bak, demli ve sıcak” diyen bir millete başka ne yakışır ki? Kişi başına yıllık 3 kilogram çay tüketiyoruz, bu da yaklaşık 1.300 bardak ediyor. Bazıları için bu sadece bir pazartesi sabahı rutini. İrlandalılar “Biz de çok çay içeriz” diye böbürleniyor ama 2,2 kiloyla sınıfta kalıyorlar. İngilizler zaten sadece dizilerde “tea time” yapıyor, bizde ise çay her zaman prime-time. Öyle içiyoruz ki, evde internet kesilse sorun olmaz ama çay biterse kriz masası toplanır. LinkedIn profiline “demli sever” notunu düşseniz, kurumsal kültüre uyum skoru doğrudan artar.
Çay bizde sadece bir içecek değil, kültürel bir ara bulucudur. Kimi zaman küslüğü çözer, kimi zaman siyasi tartışmayı tatlıya bağlar. Hatta öyle bir seviyeye ulaşmıştır ki, bazen rakı masasının ortasında bile bir anda beliriverir. Kimse garipsemez; bir köşede “hayat felsefesine ara verip” çayını yudumlayan biri mutlaka vardır. Rakıyla çay olur mu demeyin… olur. Çay bu; hem sofrayı hem hikâyeyi demler.
Ve elbette aşk... Bizde göz göze gelmek de çayla olur. Aşk ilanları bile demli kıvamda yapılır. “Demli gözlerine bakarken açık tut” diyen bir milletiz neticede. Çay bardağındaki buhar, bazen bir bakışın habercisidir; çay kaşığı karıştırılırken yürek de kıpırdar.
Gelelim ekmeğe… Ekmek sofralarımızın hâlâ baş tacı. Türkiye’de bir kişi, yılda yaklaşık 200 kilo ekmek tüketiyor. Yani günde yarım kilo. O yüzden evde ekmek bitince moral biter. Elektrik kesilirse mum yakılır, ama ekmek yoksa fırına koşulur. Mis gibi pide/somun, çıtır simit, yanına beyaz peynir… derken “diyet pazartesi başlar” hayali cuma akşamından rafa kaldırılır. Eskiden fırından “iki ekmek bir gazete” alınırdı, şimdi “iki ekmek bir de wifi şifresi” soruluyor. Devir değişti ama ekmeksiz doymayan bünyemiz aynı.
Günümüzde internet de ekmek ve su kadar elzem. Türkiye’de insanlar günde ortalama 7 saatten fazla internette zaman geçiriyor. Bunun dört saati doğrudan cep telefonu üzerinden. Parmaklar artık klavye değil, ekran kaydırma kası geliştirdi. “Instagram parmağı” diye bir meslek hastalığı tanımlansa yadırgamayız. Hele o şarj yüzde 10’a düştü mü, insanın göz bebekleri küçülüyor. Sosyal medyada geçirilen süre üç saate yakın. Aile yemeklerinde önce yemek değil, story servis ediliyor. Filtreli fotoğraflar eşliğinde, sıcak yemek buharıyla karışık like bekleniyor. Gerçekten sohbet etmek yerine herkes ekranına gömülü; sanki dijital bir mahalle kahvesindeyiz.
Bir de televizyon var ki, onu da hiç ihmal etmiyoruz. Günde 4,5 saat ekran karşısındayız. Avrupa ortalamasının çok üzerindeyiz. Kumanda bizde bir uzuv gibi; düşse acil servise gideriz. Prime-time saatlerinde evler reyting savaş alanı gibi. “Final yapmasaydı iyiydi” cümlesi, kolektif kültür travmamız. Dizileri sadece izlemiyoruz, dünyaya da pazarlıyoruz. Öyle bağlanıyoruz ki, karakterin başına bir şey gelince sosyal medyada etiketi hazır: #AdaletİstiyoruzMelekİçin.
Bu tabloyu biraz da uluslararası bakışla renklendirelim. Japonya’da yaklaşık 5 milyon otomat makinesi var. Bizde hâlâ bakkala uğrayıp “selamünaleyküm” demek ritüeldir. Bakkal seni isminle bilir, veresiye defteri hâlâ oradadır, üzerine “Mehmet Abi’nin küçük oğlu” diye not düşülür. Japonya’da ise makineye yaklaşırsın, düğmesine basarsın ama tanımaz, anlamaz, duygulanmaz. Babasını bile tanımaz! Bozuk paran eksikse sana dönüp bakmaz, "üstü kalsın" demez. Çay verir ama gönül vermez. Otomat dediğin şey, sıcak içecek satarken insanı buzdolabı gibi soğutur. Amerika ise bambaşka bir dünyada. 2024 yılında evcil hayvanlara tam 152 milyar dolar harcamışlar. Köpeğine doğum günü partisi düzenleyen Amerikalının aksine bizde hâlâ “apartmanda hayvan beslenmez” tartışmaları sürüyor. Ama sokaktaki Can’a bir kap suyu da, artan yemeği de koymayı ihmal etmiyoruz.
Gelelim güzelliğe. Avrupa’da kişi başı yıllık kozmetik harcaması 149 Euro’yken Türkiye’de bu rakam sadece 17,5 Euro. Güzellik deyince bizim aklımıza ne aydınlatıcı gelir ne de allık tonları. Biz güzelliği fondötenle değil, sabah otobüs beklerken saçını arkaya atan bir kızın göz göze geldiği anda yarattığı sevimli mahcubiyetle ölçeriz. Göz altı kapatıcısından çok, göz temasının kendisi değerlidir bizde.
Sonuçta herkesin bir zayıf noktası var. Japonlar otomatla, Amerikalılar evcil hayvanla, Meksikalılar kolayla, Finliler kahveyle, bizse çay, ekmek ve ekranla hayata tutunuyoruz. Her milletin abartısı kendine. İstatistikler bazen soğuk durabilir ama içine biraz mizah, biraz gerçek hayat katınca ortaya sıcacık bir hikâye çıkıyor. Belki de zamanın değil, dikkatin tükendiği bir çağdayız. Bu yüzden bu yazıyı okuduktan sonra kendinize bir çay koyun. Ama ekranı kapatın. Çünkü gerçek sohbet çayla başlar, ekranla değil.